Beni ölesiye sevebilir misin? - Akın BAŞAL

Kariyer Merkezi

“Kariyer merkezi” isimli ücretsiz e-kitabımıza ulaşmanıza bir adım kaldı.
Yeni eğitimlerim, konferanslarım, kitaplarım,makalelerim ve son okuduğum kitaplarda altını çizdiğim bölümlerden sizi de haberdar etmemi ister misiniz?
Lütfen, akinbasal.com “haftalık bilgi paylaşımı” bültenine abone olun.

Abone olmadan indirmek için tıklayınız
ipsa scientia potestas est.
(Bilgi tek başına bir güçtür.)
Hiç, bilenle bilmeyen bir olur mu?
(Kuran-ı Kerim Zümer süresi 9. Ayet)
Hayatta en hakiki mürşit ilimdir
(Mustafa Kemal Atatürk)
Dünyayı değiştirebilmek için kullanabileceğiniz en güçlü silah: eğitimdir (Nelson Mandela)

Beni ölesiye sevebilir misin?

Beni Ölesiye Sevebilir misin?

* Türkiye Bilişim Derneği, Bilişim Dergisi Bilimkurgu Öykü Yarışması 1.lik Ödülü (2005)

 

1

Karla kaplı caddelerde, rüzgârın sert sesine hızla geçen araçların sesleri karışıyordu. Bütün gece lapa lapa yağan kar, biriktiği pencere kenarlarından rüzgârla havalanıyor, korkutucu bir uğultu, bulduğu her çatlaktan bütün gücüyle içeri girmeye çalışıyordu.

Rıza Bey indiği taksiden oturduğu binanın giriş kapısına kadar soğuktan ve üzerindeki üç kat giysinin ağırlığı nedeniyle güçlükle yürüdü. Başını tamamen saran kalın siyah atkının arasından yüzü neredeyse görünmüyordu. Göz taraması için başını kimlik cihazına yaklaştırdı. Eliyle atkıyı biraz aşağı çekerek gözünü açtı.

Metalik bir kadın sesi yalancı bir kibarlıkla ve kelimeler arasında kısa aralıklar vererek,

— Kimlik bilgileri onaylandı, dedi.

Büyük kapı ağır ağır açıldı. Rıza Bey binadan içeri girdi. Apartmanın girişinde üzerindeki buz parçalarını temizlerken, ağır metal kapının ardından kapanmasıyla, sokağın sesleri, rüzgârın korkutucu uğultusu birden kesiliverdi.

Apartman görevlisi kendisi için ayrılan bölümde ayağa kalkıp Rıza Bey’i selamladı.

Apartmanın girişi çok gösterişliydi. Zemin ve duvarlar mermerle kaplıydı. Tavan yirminci yüzyılın ünlü ressamlarının modern resimleriyle bezenmişti.

— Hoş geldiniz efendim, dedi apartman görevlisi tebessüm ederek.

— Hoş bulduk.

— Size büyük bir koli geldi Rıza Bey. Dairenize taşıttım.

— Sağ ol.

— Rica ederim Rıza Bey. Hanımefendinin gazete ve dergileri de geldi, ama iade etmek için saklıyorum.

— Hayır, iade etme. Yarın sabah hepsini getir. Tüm abonelikler devam edecek.

— Peki efendim.

Sokak kapısı tekrar açıldı. İçeriye sokağın sesleri ile birlikte Rıza Bey’in üst kat komşusu Kerim Bey zorlanarak girdi. Uzun boyuna, gösterişli vücuduna rağmen rüzgârla baş edemediği yüzündeki sert ifadeden anlaşılabiliyordu. Neredeyse başından hiç çıkarmadığı fötr şapkasını eline alıp, şapkanın üzerinde biriken küçük buz parçacıklarını silkeledi. Rıza Bey’i fark edince ona doğru hareketlendi. Üzgün bir yüz ifadesiyle ve alçak bir sesle,

— İyi günler, dedi. Nasılsınız Rıza Bey? Biz... Şey… İnanın, öyle üzüldük ki… Çok anlamlı bir soru değil ama yardımcı olabileceğimiz bir şey var mı?

                   

Rıza Bey sadece başını sallayıp gülümseyerek, Kerim Bey’den kurtulamayacağını biliyordu. Geriye doğru bir adım atıp asansöre doğru yürürken,

— Teşekkür ederim, dedi. İyiyim.

— Zaman her şeyin en iyi ilacıdır derler, diye seslenmek zorunda kaldı Kerim Bey.

— Öyle derler, dedi Rıza Bey yüzünü dönmeden.

Rıza Bey’in bindiği asansör sessizce yükselmeye başlayınca Kerim Bey apartman görevlisine yaklaşarak,

— Allah kimseye böyle acı vermesin, dedi. Çok zor. Çok...

— Evet, Allah hepimizi korusun Kerim Bey. Kader işte. Gerçi artık insanlar kaderle de oynamaya başladı ya, neyse. Sonumuz kötü vallahi.

— Kaderle kimse oynayamaz. Sen hiç kafanı yorma.

Apartman görevlisi Kerim Bey’e doğru eğilip fısıldayarak,

— Sabah kocaman bir koli geldi Rıza Bey’e, dedi.

Kerim Bey sesini alçaltarak sordu:

— Yani?

— Anlayın işte. Şu yeni oyuncaklardan almış herhalde.

Kerim Bey kısık sesle konuşmaktan vazgeçerek,

— Kendi bilir, dedi. Bizi ilgilendirmez. Eski kafalı olmamak gerek. Hem o acıyı duymayan bilmezmiş. Bırakalım avunsun. Bunun kaderle falan ilgisi yok. Asla eskisi gibi olmaz. Bunu çocuklar bile biliyor.

 

Rıza Bey dairesinin önüne geldiğinde kapı yavaşça açıldı. Ağır adımlarla içeri girdi. Kapının kilitleri ardı ardına güzel bir melodi gibi kilitlendi. Kısa süren bir sessizliğin ardından bir “tık” sesi duyuldu. Radyo açılmıştı. Yirmi dört saat tango çalan kanala ayarlıydı. Müzik odanın duvarlarına yumuşakça dokunarak evin içini doldurdu.

Rıza Bey su içmek için mutfağa girdiğinde birden onu karşısında buldu.

— Hoş geldin sevgilim, dedi kadın.

Rıza Bey şaşkınla karışık bir korkuyla kendini bir adım geriye atıp sırtını duvara yapıştırdı ve sadece,

— Aman Tanrım! diyebildi.

— Beni gördüğüne sevinmedin mi sevgilim?

— Bilmiyorum, diye kekeledi Rıza Bey. Korktum. Şaşırdım. Bu kadarını beklemiyordum.

Birbirlerinin gözlerinin içine bakarak, hareket etmeden geçirdikleri kısa bir sessizliğin ardından Rıza Bey kendini toparladı. Korkuyla yukarı kalkan omuzları yavaşça olmaları gereken yere indi. Sert bir sesle,

— Salona git ve beni orada bekle! dedi kadına. Şu ilerideki televizyonlu oda! Kapının hemen yanında küçük bir masa lambası var, onu aç!

— Evimizin planını biliyorum sevgilim, dedi kadın. Odayı tarif etmene gerek yok. Hemen gidiyorum.

— Her seferinde sevgilim deme bana! dedi Rıza Bey aynı sert tonla

— Peki, dedi itaatkâr sesiyle kadın.

 

2

2086 yılının soğuk bir aralık akşamıydı. Kendilerinden önceki nesillerin hataları yüzünden, son yirmi yıldır olduğu gibi bu kış da insanlar için çok sert geçiyordu. İstanbul altı aydır karla örtülüydü. İnsanın içini titreten ayaz bütün gün sürmüştü. Hava yine kar topluyordu. Değişen iklimin tek güzel yanı buydu belki de: Sessizce yağan kar. Dünya Gezegeni Meteoroloji Birimine göre tam on altı dakika elli iki saniye sonra tüm Avrupa kıtasında kar yağmaya başlayacaktı. Bin yıllardır olduğu gibi yine sessizce yağacak, değdiği yerde yok olacaktı. Kimseyi ve hiçbir şeyi incitmeden.

Eski bir duvar saatinin gonk sesi duyuldu. Beş kere çaldı. Kadın duvara yaklaşıp saatin önünde durdu. Bir süre meraklı bakışlarla akrep ile yelkovanın hareketlerini inceledi.

— Çok eski bir saat bu, dedi. Birkaç yüzyıllık olmalı. Kurularak aldığı mekanik enerjiyi depoluyor ve sonra kontrollü olarak kullanıyor, değil mi?

— Evet, tam iki yüzyıllık, dedi Rıza Bey. Ailenden yadigâr. Çok seversin sen o saati.

— Tamam, dedi kadın aynı itaatkâr sesle. Çok severim.

— İçecek bir şeyler hazırlayayım, çok susadım, dedi Rıza Bey mutfağa yönelerek.

— Yardım edeyim mi?

— Hayır, bu benim görevim. İçecekleri her zaman ben hazırlarım. Sen bunun hayatındaki tek lüks olduğunu söylersin hep. Hazırlarken beni seyredersin bazen.

— Peki, anladım, dedi kadın üzerine neredeyse yapışan yapmacık sesiyle.

Rıza Bey mutfağa geçti. Bardağa boşaltılan buzların ve içeceğin sesi, bir an için duran müzik sesiyle birlikte odaya hâkim olan sessizliği böldü.

Kadın mutfağa, Rıza Bey’in yanına geldi.

 

3

Mutfaktalar. Tezgâhın yanında duruyorlar. Işık az. Rıza Bey tedirgin. Onunla göz göze gelmekten korkuyor sanki. Pencereden dışarıya, rengi koyulaşan gökyüzüne bakıyor.

— Birazdan kar yağmaya başlayacak, diyor.

— Evet sevgilim, diyerek onaylıyor kadın. Hava tahmin raporları da öyle söylüyor. On iki dakika on altı saniye sonra.

Rıza Bey derin bir nefes aldıktan sonra sıkıntıyla,

— Yapma, diyor. Böyle şeyler söylememelisin.

— Nasıl şeyler söylememeliyim?

— “On iki dakika sonra” gibi kesin rakamlarla konuşmamalısın. Bilgilerini böyle makine gibi paylaşırsan olmaz. “Birazdan, sonra, sanırım” gibi kelimeler kullanmalısın.

— Anlayamıyorum.

— “Birazdan kar yağacak” demen yeterli diyorum. Artık insansın, unuttun mu? Neyse, zamanla öğreneceksin.

— Öğreteceksin, değil mi sevgilim?

— Öğreteceğim.

— Her şeyi öğret bana, her şeyi…

Kadının yüzündeki yapay tebessüm hiç değişmiyordu. Rıza Bey kadına baktı. Kadının sağ elini avuçlarının arasına aldı. Sonra kadının yüzüne nazikçe dokundu. Bu dokunuşların eskiden olduğu gibi içinde, bütün damarlarında kanıyla birlikte akacak bir enerji oluşturmasını bekledi. Sonra çekingen bir şekilde, hatta sesi titreyerek sordu:

— Beni sevebilir misin?

Kadın bir saniye bile duraksamadan, ruhsuz, yapay sevecenliğiyle,

— Evet, dedi. Seni seviyorum...

— Çok sevebilir misin? Gerçekten...

— Seni çok seviyorum. Gerçekten seviyorum.

— Ölesiye sevebilir misin peki?

— Ölesiye sevmek ne demek?

Rıza Bey alçak sesle, fısıldar gibi,

— Sevdiğin kişi için gerekirse ölümü göze almak, dedi. Karım gibi.

— Son söylediğini duyamadım. Karla ilgili bir şey mi dedin?

— Hayır, boş ver son söylediğimi. Bak, kar yağmaya başladı.

— Evet, dedi kadın.

Ardından ilk kelimeyi özellikle vurgulayarak,

— Biraz erken oldu, diye ekledi.

Yağan karı izlemeye başladılar.

— Kar yağıyor. Ne güzel, dedi kadın.

— Usul usul yağıyor, diye mırıldandı Rıza Bey.

— Usul usul... Bu manzarayı çok seviyorsun, değil mi sevgilim? Kar yağarken İstanbul Boğazı’na bakmayı. Gemilerin köprülerin altından ağır ağır geçişini.

— Çirkinleştirmek için ellerinden geleni yaptılar, ama evet, hâlâ çok seviyorum Boğaz’ı.

— Çirkinleştirmek mi?

— Bu kadar kısa bir su yolu için altı köprü sence de çok değil mi?

— Bilmiyorum, ama işe yaradıklarına eminim. Gerekmeseydi yapmazlardı, değil mi?

Rıza Bey üzgün ve dingin bir sesle,

— Evet, çok işe yarıyorlar, diye söylendi. Bu yakadan bakınca karşı yaka sadece köprülerin arasından gözüküyor. İnsanlar bazen gereksiz şeyler yapar.

— Neden?

— Bilemiyorum. İnsan olduğumuz için belki de. İnsan kusurludur.

 

4

Oturma odasındalar. Geniş, ikili koltuğa oturdular. Perdeleri tamamen açtılar. Duvar yok. Tavandan tabana cam. Kar sanki odaya yağıyor. Dönerek. Nazikçe. Kimseyi ve hiçbir şeyi incitmeden.

Kazanın olduğu o gün de kar yağıyordu. Rıza Bey ve Selma Hanım yeni arabalarıyla, ilk kez karşılaştıkları yere, o göl kenarına gitmek istemişlerdi. Kar yağarken yine birbirlerine sıkıca sarılacak, bir kez daha sonsuza kadar beraber yaşama sözü vereceklerdi.

Ama olmadı. Oraya varamadılar.

 

Rıza Bey,

— Birkaç video görüntüsü göstereceğim sana, dedi kadına. Daha sonra tüm kayıtları hafızana alırsın, ama şimdi önemli olan bir iki görüntüyle yetineceğiz. İzle lütfen.

Televizyondan yükselen müzik ve insan sesleri duyuldu. Gülüşmeler ve kadeh tokuşturma çınlamaları doldurdu odayı kuşatan ağır boşluğu.

— Geçen yıl, Ayvalık tatilimiz, dedi Rıza Bey gözlerini ekrandan ayırmadan. Görüyor musun kendini? Bak, gözlerindeki gülümsemeye iyi bak. Bu gülümsemeyi istiyorum. Mutlu olduğun anlarda yüzünde beliriveren bu ışığı istiyorum. Yeniden ve aralıksız.

— Işık mı? Ben ışık göremiyorum.

— Göreceksin. Sana bunların hepsini öğreteceğim, merak etme.

— Ne dersen yaparım. Ben seninim.

— Biliyorum…

Rıza Bey gözlerini ekrandan alamıyordu. Akaduran görüntülere kapılıp kaldı bir süre. Neden sonra yanında sessizce oturan kadına dönerek,

— Yorgunum, dedi. Bu soğukta dışarıda vakit geçirmek çok yorucu. Biraz uyumalıyım.

— Tamam sevgilim.

 

5

Eski duvar saatinden yükselen gong sesleri odanın içini doldurduğunda Rıza Bey gözlerini açmış kalkmaya hazırlanıyordu.

— Uyandın mı sevgilim? Hep uyur musun böyle? dedi kadın.

— Evet, Hafta sonları öğle uykusunu severim. Uyuyacağımı anlayınca müziği kısmalı, üzerime bir şey örtmelisin.

— Tamam. Şey… Sen uyurken bir şey düşündüm. Uyumadan önce söylediğin bir şey. Anlamadım çünkü. Bunu sormalıyım. Sorabilir miyim?

— Sor. Her şeyi sormalısın. O zaman daha kısa sürer öğrenmen.

— “Beni ölesiye sevebilir misin?” dedin. Neden ölmek gereksin, anlamadım. Sevdiği kişiyle yaşamak istemez mi insan? Hem de mutlu olarak, sonsuza kadar. Aşk bu değil midir?

— Aşk, dedi Rıza Bey.

Devam edemedi. Dışarıda yağan kara bakakaldı bir süre. Sonra kadına doğru dönüp gözlerinin içine baktı. Titreyen sesiyle,

— Aşk, diye yineledi. Aşk, sevdiğinle her anı mutlu yaşamak değildir sadece Aşk gerektiğinde... Neyse… Bunu sana anlatmak imkânsız sanırım.

— Ama ben ölemem, biliyorsun. Hem bana ölmem için değil seni sevmem için…

Rıza Bey parmaklarını nazikçe dudaklarına bastırarak kadını susturdu. Selma Hanımı da böyle sustururdu bir zamanlar. Parmakları ne zaman dudaklarına dokunsa sakinleşiverirdi karısı.

Sonra o gün, göl kenarında, Selma Hanımın dudaklarına bir kez daha dokundu Rıza Bey. Son kez... Nazikçe... Sevgiyle… Ama her şey için çok geçti.

— İnsan birini çok sevince gerekirse onun için ölebilmelidir, dedi Rıza Bey.

— Ama ben…

— Evet, sen? Beni çok sevdiğini söyledin. Bu aynı zamanda bu anlama da gelir.

— Evet, seni seviyorum, ama ben… Neden insanın sevdiği için ölmesi gerektiğini anlayamıyorum. Yaşamak, ne pahasına olursa olsun yaşamak istemez mi insan? En güçlü içgüdüsü bu değil midir? Bilim böyle söylüyor. Ama sen… Sevgimi ispat etmek için, beni sevmen için kendimi yok etmeliyim, öyle mi?

— Sevdiğin için demedim. Gerekirse dedim. Gerekirse… Hem de bir an bile tereddüt etmeden, düşünmeden.

— Ama bunu sana ispat edebilmem için kendimi yok etmem gerekecek.

— Anlatamadım, biliyorum. Neyse, bunları hiç konuşulmamış say. Hem, senin gerçekten ölmen imkânsız, biliyorum.

— Evet, bu imkânsız. İmkânsız olduğunu biliyorsan neden sordun?

— Çünkü bunu bilmek güzel olurdu. Bu sevginin bir parçası.

— Sen benim için ölür müsün?

— Sanırım hayır. Kim bilir, belki ileride... Ama senin gibi bir “insan” için ölebilirdim. O gün de aslında ben ölmeliydim.

— Artık o günü düşünme. Sen ölme. Ben seni seviyorum.

— Tamam! Lütfen sus! dedi Rıza Bey azarlar gibi. O gün hakkında ne bilebilirsin ki! Senin için her şey raporlar, görüntüler ve seslerden ibaret!

Kadın sessizliğe sığınarak bekledi.

Gereksiz yere öfkelendiğini fark eden Rıza Bey sesini yumuşatarak,

— Bak, dedi. Bunlar soyut kavramlar. Bunları ileride, zamanı geldiğinde konuşuruz. Önce günlük alışkanlıkları kazanmalısın. Bana geçmişi bir daha hatırlatma. Bu arada, sıklıkla “seni seviyorum” da deme.

— Peki, dedi kadın aynı itaatkâr sesi ve hemen gülümsemeye başlayan yüzüyle.

 

Rıza Bey dışarıya bakmaya başladı. Göğe kaldırdı başını. Kar dönerek yağıyordu. Kar taneleri arasında kaybolduğunu hissetti bir an için. Başı döndü. Koltukta oturan kadına baktı. Selma’sına ne kadar da benziyordu!

— Bak, kar ne güzel yağıyor.

— Evet. Çok güzel.

 

Rıza Bey birden sendeledi. Dizlerinin üzerine çöküverdi. Kazadan beri tansiyon sıkıntısı yaşıyor, sık sık nedensiz baş dönmeleriyle mücadele etmek zorunda kalıyordu.

— Ne oldu? dedi kadın telaşla.

— Bir şeyim yok. Yorgunum. Başım döndü sadece.

— Dinlen biraz. İnsanlar dinlenmelidir. Şu büyük koltuğa otur istersen.

— Biraz uzanayım. Kar taneleri arasında kayboldum bir an sanki.

— Al, içkini de getirdim bak. Başka bir şey ister misin?

— Hayır. Aslında evet. Buraya, koltuğun yanına, yere oturur musun? O ben hasta olunca hep öyle yapardı.

 

Kar daha çok yağıyordu. Daha çok. Sanki bütün yeryüzünde, iğne deliği kadar bile karla kaplanmamış yer bırakmamak için, her şeyi beyaz, serin bir yorgan gibi örtmek istercesine.

İnsanlar üşümesin diye mi hiddetlenir kar bazen böyle? Kim bilir…

 

Rıza Bey kadının saçlarına dokundu. Sonra yanaklarına. Boynundan aşağı hafifçe kaydırdı parmaklarını.

— O kadar gerçek ki her şey… Tenin, saçların...

— Alışacaksın, emin ol. Çok seveceksin beni.

— İnsan her şeye alışır derler. Bütün gerçekleri bilsem de...

—Masal gibi değil mi? Yeniden yaratılan masal kahramanları gibi...

— Evet, reklâmlarınızda öyle deniyordu. “Yeniden yaratılan kahramanlar. Masal gibi.”

— Masallar çocuklar içinmiş. En çok çocuklar severmiş masalları, ama bazen yetişkin insanlar da inanmak istermiş.

— Evet, bazen masallara inanmak isteriz.

— Hayal kurmak güzel mi?

— Çok güzeldir.

— Keşke ben de hayal kurabilseydim. Sen çok hayal kurar mısın?

— Herkes kadar hayal kurarım. Çünkü ancak o zaman biraz da olsa mutlu yaşayabilirim. Mutlu yaşamanın ne olduğunu bilmiyorsun değil mi?

— Senin gibi değil. Yani aslında “bilmiyorum” demek daha doğru olur. Ama seni mutlu edecek her şeyi biliyorum.

— O zaman kar yağarken hayal kur sen de benim gibi.

— Peki, denerim. Önce gözlerimi kapamalıyım, biliyorum. Sen ne hayal edeceksin?

— Deniz kenarında sıcak bir günde sevdiğimle kumsala uzandığımı.

— Ben de aynı şeyi hayal edebilir miyim?

— Tabii ki edebilirsin.

Kadın gözlerini kapadığında Rıza Bey gözlerini açtı. Bir süre kadını seyretti. İnanmak istiyordu. O olduğuna bir an için bile olsa inanmak istiyordu.

— Dans etmeni istiyorum, hadi, benim için dans et, dedi sesine yerleşiveren heyecanla.

Kadın,

— Tango, vals, salsa, dedi. Hangisini istersin? Oryantal da yapabiliyorum.

— Müziği duyuyorsun, değil mi? Müziğin ritmini duy.

— Peki.

Kadın radyodan gelen tango melodileri ile dans etti. Ağır ağır. Yüzünde ona ait olmayan, ama sanki gerçekten kendisininmiş gibi duran gülümsemesiyle. Rıza Bey eliyle dur işareti yaptı. Bunu yapmasa kadın hiç yorulmayacak, hiç durmayacaktı.

— Hadi söyle, beğendin mi dansımı?

— Çok güzel... Şiir gibi...

— Şiir mi? Sana şiir de okuyabilirim. Ünlü şairlerden birer adet şiir biliyorum.

— Eminim okuyabilirsin, ama içinden gelerek mi okuyacaksın?

— Ben gerçekten de içimden gelerek okuyorum her şeyi, çünkü sesim içimdeki ses ünitelerinden...

— Hayır, dur, dedi Rıza Bey. Bana bunu durmadan hatırlatırsan olmaz. Hem ses o kadar da önemli değil. Şiir güzelliğini imgelerden alır. Kim okursa okusun güzeldir. Mucizevî bir şeydir şiir.  İçinde saklı ezgisi o kadar güzeldir ki imla kurallarına dikkat etmen yeter. Hele birisine okuyacaksan, okuma isteği duyman bile her şeye bedeldir.

— Ama benim sesim hiç romantik değil. Hatta biraz kaba. Metalik bile sayılabilir. Seni anlayamıyorum. Kendim olmam için burada değilim. Zaten kendim diye bir şey yok.

— Olsun, sen gerçek sesinle oku yine de... Düşündüm de, biraz da kendin olmalısın. O zaman belki...

— Evet, belki?

— Belki yeniden, ona benzediğin için âşık olabilirim sana. Sabah şiir okursun, olur mu? Uyanınca.

— Tabii ki. Tam olarak saati söylersen...

— Uyanınca dedim. Uyanınca oku. Benden saat isteme.

— Üzgünüm. Uyanmanı beklerim.

— Özür dilemene gerek yok. Abarttım biraz. Alışacağız birbirimize. Şimdi yanıma gel...

— Dudakların çok güzel.

— Hayır. Bunu yapma. Konuşmanı istemiyorum. Bunları söyleme. Gözlerinle anlat her şeyi. Susabilir misin? Gözlerinde konuşabilir misin?

— Denerim. Sen nasıl istersen.

— Gözlerime bakmanı istiyorum. Beni ölesiye seven bir kadın gibi bakmanı.

— Yardım et bana. Tam olarak nasıl bakacağımı söyle.

— Biraz hüzünlü bakmalısın. Ölesiye seven kadın beni kaybedeceği düşüncesi yüzünden hüzünlüdür her zaman.

— Böyle mi?

— Eh, sayılır. Sonra biraz tedirgin bakmalısın, korkulu... Her an çıkıp giderim ve dönmeyebilirim diye endişe duymalısın.

— Oluyor mu?

— Olacak. Bensiz kalacağın düşüncesi gözlerinde kara bir bulut gibi dolaşıyor olmalı. Sabah uyandığında ya yanımda olmazsa diye korkmalısın. Her seferinde son kezmiş gibi bakmalı gözlerin...

— Kara bir bulut gibi mi? Bunu nasıl yapacağım?

— Dene. Hüznü, sevgiyi, korkuyu karıştırmalısın bakışlarında. Sesinde de o hüznün, korkunun titreşimlerini duymalıyım.

— Oldu mu?

— Evet, sayılır. Şimdi sus biraz. Sakın konuşma. Sadece gözlerime bak bir süre.

 

Bütün kazalar gibi bir anda oluvermişti her şey. Karısı hayatını feda etmek bahasına çıkarmıştı bilincini kaybeden Rıza Beyi yanan araçtan.

 

Rıza Bey tüm parasını vererek satın aldığı, Selma Hanımın yapay zekâlı robotik kopyasının elinden tuttu. Ağır adımlarla yatak odasına gittiler. Beyaz çarşafın üzerine uzandılar. Ona eski karısı gibi olmayı, konuşmayı, bakmayı, gülmeyi, ağlamayı ve sevişmeyi öğretecekti adım adım.

— Hadi, öp beni şimdi.

— Onun gibi mi? Yani seni ölesiye seven biri gibi mi?

— Evet, ölesiye seven biri gibi... Şimdi sarıl. Sıkıca sarıl... Hadi...             

 

15 gün sonra...

Kar bütün gece aralıksız yağmış, İstanbul’u yine yumuşak, beyaz bir örtüyle kaplamıştı.

Rıza Bey kapı ziliyle irkildi. Bütün gece uyumadığı için yorgun, gözleri küçülmüş bir haldeydi.

Kapıyı açtığında karşısında iki adet teknisyen gördü. Başlarındaki kasklar ve üzerlerindeki elektronik aletlerle robota benziyorlardı. Biri diğerine oranla hayli kiloluydu. Diğeri de kilolu olanın aksine çok zayıf görünüyordu. Bu zıtlık yüzünden teknisyenden çok bir komedi ikilisi gibi görünüyorlardı. Rıza Bey kapıyı açık bırakarak odaya döndü ve koltuğuna oturup boş gözlerle dışarıyı seyretmeye devam etti.

— İyi sabahlar efendim, dedi zayıf teknisyen. Yirmi altı dakika önce Kod 11 uyarısı aldık. Hemen ardından da Selma Hanım'la bağlantımız kesildi. Biliyorsunuz, böyle acil durumlarda hemen geliyoruz. Bu sözleşmede de vardı.

— O öldü, dedi Rıza Bey sesi titreyerek.

— Bozuldu demek istediniz herhalde efendim, dedi diğer teknisyen. Şimdi nerede?

— Öldü diyorum size. O da öldü.

— Onu kontrol etmemiz gerekiyor efendim.

Teknisyenler Rıza Beyden bir hareket ve ses gelmeyince evin odalarını aramaya başladılar. Kopyayı banyoda buldular. Odaya, Rıza Bey’in yanına geri döndüler.

— Onu götürmeliyiz efendim, dedi şişman teknisyen. Geri getirmemiz birkaç gün sürer. İç devreleri tamamen yanmış. Ama merak etmeyin, tamamen garanti kapsamında. Kayıtlar için soruyorum. Şu an ses kayıtları devrede Rıza Bey. Olay nasıl oldu?

— Benim için kendini feda etti. Banyoda elektriğe kapıldım. Gelip beni kurtardı, ama kendini... Kendini…

— Feda mı etti? Robotlar hiçbir şey için fedakârlık yapmaz. Önce kendi varlıklarını korumaya programlıdırlar. İnsanları kurtarmazlar. Bunun yasak olduğunun da farkındasınızdır sanıyorum Rıza Bey.

— Benim için öldü o.

— Neyse… Onu götürmemize izin veriyorsunuz, değil mi?

— O öldü.

— Ama efendim, tamir edilebilir.

Rıza Bey ayağa kalktı ve bağırarak,

— Hayır! dedi. O öldü! Gömülmeli! Cenaze ile ilgilenmeliyim! Çıkın evimden! Hadi! Çıkın dışarı! Çıkın!

Teknisyenler birkaç adım geriledi.

— Hadi çıkalım, dedi şişman teknisyen. Önce duygusal danışman gelmeli.

— Çıkalım mı? Deli misin sen? dedi diğeri alçak sesle. Bozuk haliyle bile milyonlarca kredi eder. Bir fikrim var.

Rıza Bey’e dönerek,

— Acınızı anlıyoruz, dedi. Ama mademki o öldü, bari gömmemize izin verin. Güzel bir tören yapacağımızdan emin olabilirsiniz.

Şişman teknisyen pek gönüllü görünmese de,

—Evet, bırakın bu işi biz halledelim, diyerek destek verdi arkadaşına. Şirketimiz bu gibi görevlerde her zaman müşterilerimizin yanındadır.

— Tamam, ama güzel bir tören olsun, dedi Rıza Bey ağlamaklı bir sesle. Ben... Ben gelemem. Bu sefer dayanamam.

Teknisyenler neredeyse aynı anda,

— Hiç merak etmeyin, diye atıldılar.

Sonrasında banyoya geçip kopyayı almalarıysa birkaç saniyeyi geçmedi.

Şişman teknisyen,

— Bu yaptığımız duyulursa anında işten çıkarılırız, diye homurdandı. Hapse bile girebiliriz. Farkında mısın?

— İşten çıkarılmak mı? H 228 modeller önümüzdeki ay kullanıma girecek. Zaten işsiziz unuttun mu? Verecekleri tazminat bize üç ay bile yetmez.

— Hapse girmek istemiyorum.

— En az iki milyon kredi paradan bahsediyorum, dedi zayıf teknisyen. İki milyon Avrupa Kredisi. Sonra ver elini Afrika 4. Bölge. Var mısın yok musun?

— Ya Rıza Bey kendine geldiğinde yaptığımız anlarsa?

— Merak etme, kendine gelene kadar biz Afrika 4.  Bölge’de oluruz. Hadi, tut şunun ayaklarından!

— Bu kopya nasıl olmuş da elektriğe kapılmış. Bunlar asla böyle tehlikeli işlere el sürmez. Gerçekten adamı kurtarmış olabilir mi?

— Ne bileyim. Yazılımda hata vardır belki. Bir devresi eksik takılmıştır falan filan. Bize ne! Bu robotlar yüzünden her şeyimiz elimizden gidiyor teker teker. Sen sıkıca tutmaya devam et. İyice parçalamayalım. Geleceğimiz buna bağlı. Hadi tut ucundan, hadi.

 


Akın Başal/ Eğitim Danışmanı – Yazar

Öykülere Geri Dön Ana Sayfaya Geri Dön